11 Ağustos 2008 Pazartesi

kendilerini sevmedikleri için
başkalarının da onları sevmesine izin vermeyen insanlar vardır.
o da onlardan biriydi.
olduğu yerde kaldığı,
orada kalmayı korkaklığından seçtiği için

terk etti

ama işte
yine


Kimdi giden kimdi kalan
Aslında giden değil
Kalandır terk eden
Giden de bu yüzden gitmiştir zaten

1 Ağustos 2008 Cuma

oda.

ODA
Kendini ilk keşfettiğin odada
Aynı duvarlara, aynı tavana bakarak
Şimdi
O zaman bugün olacağını hayal ettiğin insan mısın?
Olmuş musun?
Hüzünle ağladığın ilk oda,
Aşk-ı heyecandan zıpladığın ilk oda,
Durmadan dans ettiğin oda
Sokağı seyrettiğin pencere
İlk yazını yazdığın oda
İlk şarkını söylediğin
Geliştiğini izlediğin ayna

12 yıl sonra
o zaman olduğundan daha küçük görünmekle birlikte
gözüne
içindeki zaman büyük..

kabarık bir dosyası
sesli ve sessiz çığlıklar atmış duvarları ile
çarpılmış, aralık bırakılmış kapıları ile

kendine ait bir oda.

çok değil iki sabah önce
gözlerini
uzayıp giden bir yeşil yola açtığında
gerçekten çok mutlu bir uyanış yaşadın.

Bu gece ise
Hafif yaz serini bir gecede
Koridorda yanan ışığın
Kapıüstü penceresinden sızan ılık ışığıyla
Geçmişinin üstünde oturuyorsun.

Yarın sabah gözlerini daha önce onlarca kez açtığın tavana açacaksın.

HADİ BAKALIM

yol.

YOL
Silahlarımı bıraktım da oturdum yazı başına…
bir yerlere gitmek ama
giderken gerçek gibi hissedebildiğin,
kimi zaman yürür gibi,
adım adım aşmak gibi, üstünden hızlıca geçmek gibi değil...
işte o zaman bir yolculuk olur ya hani..
o yolların üstünden geçerken zamanın da üstünden geçersin.
Düşünürsün, düşünmek için gidecek yolun vardır, seni seçtiğin bir uzaklığa vardıran, çoğu zaman belirli bir amaca doğru...
düşünürsün neyin varsa düşünecek,
tartacak
ve öyle ya da böyle varacağın bir düzlem olacak,
bir noktasında Var olacaksın. Varmış olacaksın.
Trenden ineceksin mesela, şehrin ilk uyanan duraklarından birinde,
şehr-i kalbe kurulu bir gardan
hayata tekrar karışacaksın.

Hep yollarda gelecek söz,
Seni yücelten de
Daraltan da..
Yolda.

(Neredeyse yere değen bir çift minik pabet,
Nasıl sığdığını anlayamadığın bir pantolon,
Uçuk pembe bir bluz ile
Yine yolda.)

Gide gide geleceğim dik noktadan ürküyorum ara sıra.
Dengede durmanın gittikçe zorlaştığı yerden.

Tanımadığım yerlerden ürker oldum geceleri.
Bir yeri ne kadar tanımak istediğimden
emin de değilim

Boşa düşen fikirlerden hoşlanmıyorum.
Boşa düşen hayallerden hoşlanmıyorum.
Boşa düşen sözlerden hiç hoşlanmıyorum.
Karşılık beklemiyorum
Ama karşılaşma istiyorum.

20 Mayıs 2008 Salı

seduced by intellect...
wanted to learn,
but not to submit...


because great thinkers choose their own company...

1 Mayıs 2008 Perşembe

a little more fun...

sometimes it is hard to walk in a single woman's shoes,
that's why we need really special ones,
now and then,
to make the walk a little more fun...

23 Mart 2008 Pazar

non-climactic orgasmic field of a Thousand Plateaus

Ara kafa karışıklığı

Pekala, sadece hayal ürünü olabilecek bir ideoloji - altında..

- ideoloji
bir hayal ürünü

hep birlikte inanabileceğin.. -

herkes inandığı için, gerçek olabilecek kadar var olmayabilen...


Senden daha büyük bir varlığın – sistemin - (entity) olduğuna kolayca inanabilirsin.

Kendini ona adamak ona verebileceğin en büyük şeydi-r.

Senden hep daha fazlasını isteyen, ona verdiğin ile asla yetinmeyen

Sadece ürettiğin değil, olduğun şeyi de ona vermeni isteyen bir sistem

Eşitlik kavramı, almanın ilüzyonu altında sadece vermek üzere kurulmuş olan..

Ama kapalı her sistem çöker.

ve sistemler, yaratı anlarında kapanmak üzere oluşmayabilirler.

ancak kapanmayan bir sistem "anlamsız" gelebilir.

kapanmaya meyleden her açı kendi içinde risk taşır.

zaman ve mekan değiştiğinde risk tecrübeye dönüşebilir.

İnsanların kendilerini inandırdıkları,

onlara inanmaları için satılan her düşüncenin altında

bir bedel var

Ortak bir bedel

Ortak bir oylama gibi

Herkesin üzerinde hak iddia etmeye cesaret edebilir mi?

Anti-ideolojist her türlü felsefi fikre katılabilirim

Ancak bu fikirlerin uygulanma noktalarında, filozofların bir sistem-sizlik üzerine olmaktan ziyade, günün sistemine yönelik çözümler getirmeleri onları tekrar ideolojinin parçası yapıyor.

Felsefik fikirleri, birer kültür öğesi gibi zaman ve mekanına göre değerlendirebiliyor olmak beni rahatsız ediyor.

Retrospektif olmak; bir tarihe, bir yaşanmışlığa, bir süreye bakmak belli davranışları-outcome’ları açıklayabilir.

Zamanın felsefesi de buna katılabilir.

Ancak bu, genel anlamda "süreç" asla bitmeyeceği için,

platolar arası geçiş ve devamlılık olduğu sürece asla bir son – bir varış noktası olamayacağı için

Önemli olanın sadece gitmek olduğu noktada,

Olmak değil oluşmak olduğunda...

Felsefenin zamanı olmamalıdır.

Felsefenin mekanı olmamalıdır..

Felsefenin kategorileri değil seçimleri olmalıdır.

Özgürlük sadece özgürlük ile sağlanabilir.

ve özgürlük zaman ve mekandan bağımsız olabilmelidir.

konjüktürü yıkmalı, ona tabi olmamalıdır.

Sosyal sınıfın ve cinsiyetin savunduğu fikirlerin ayrışması - ile başlayarak ürettikleri her kurumda fikir ayrışması olması doğal olur.

Fikirler ayrışmak zorunda mıdır?

Fikirler ne sebeple ayrışır?

Ayrıştıklarında illa farklı yönlere mi gitmek zorundadırlar?

Her şeyin kesişimi illa bir mi olmak zorundadır?

sıfatlar olmadan anlam yine de zengin olabilir mi?

pekala, olabilir...

ve ara kafa karışıklığı,

ara'nın içinde var olup

her türlü olasılığı,

birini birinin öncesine koymanın gerekmediği

ve merkezsizliği kabullenebildiği noktada

zamanı ve mekanı belirleyici değil

bir akış olarak görebilirse...


kürek değil, suyun kendisi olabilir...

3 Ocak 2008 Perşembe

trende..

Çukurova Mavi treni Adana’dan öğleden sonra ikiyi on geçe kalktı. Meziyet Hanım apartmanından epeyce erken çıktım, gar sadece 10 dakika uzaklığındaydı. Tren ikinci yolda durmuş, hazır ve nazırdı. Eh bu sefer merdivenler daha insaflıydı (diye geçirdi(m) içinden). Birkaç gün önce Ankara Garı ikinci yolunda (epeyce) merdiven vardı. Gar sakindi öğleden sonra. Bayram sonrası tenhalığı vardı. Bir banliyönün dağılmasını bekledi(m) içeri girmeden önce. Yola çok eşya getirmekten pek haz etmezdi(m) ama kağıt ağır bir madde. Kendisi de, içeriği de. 15 numaralı odaya girdim. Biletçi Bey bavulu kaldırmama yardım etti, ta odaya kadar getirdi: ‘Ay lütfen o kendi gider, uğraşmayın.” Dinlemedi beni ta odaya kadar götürdü. Temiz havlu, kutusu açılmamış bir sabun, sıcaklık iyi. Camdan da güneş vuruyor. Biletçi Bey, “Yemekli henüz açık değil”, tren kalkınca açılacakmış. Odada kalayım bari. Bavuldan çerezlik bir kitap çıkarttım duran zaman geçsin diye. Tren gecikmesiz hareket etti, son anda yetişen bir aileyi içine almaya çalışırken. Bavulu açtım, içinden İstanbul’a varana kadar okumam gereken kağıt tomarını ve yanında çerezlik kitabı aldım. On deste kağıt. Yemeklide kimse yoktu henüz. Vagonda tek bir adet tek kişilik koltuğu olan masa vardı. Tren yolculuğu dörtlü sohbetler üzerine kurulu. Çekirdek aile için mi? Tek kişilik koltuğu olan masa neden var o zaman? Tek çocuklar için mi? Yanlarındaki boşluk onlara yalnızlığı mı hatırlatıyor yoksa tek olmaktan korkmadıklarını mı? Oturuyorum. Yalnız bir yolcu olarak burası uygun olsa gerek. Kağıtları masaya koydum. Çantamın içinden kalemler, müzik, dudak kremi, mentollü şeker, ve çalmayan bozuk bir telefon. Ama yerleşemedim masaya bir türlü. Sıkışık geldi. Tek kişiye sığamadım. Onun bir önündeki yerleşmiş dörtlüye geçtim. Yayıldım iki kişilik koltuğa, dört kişilik masada kağıtlarım her bir servis alanı üzerinde; ordövr olarak bir kültür programı, ana yemek için sinema senaryosu, tatlı için de bir tiyatro oyunu tasarımı duruyordu. “Demlendiğinde bir büyük bardak çay alabilir miyim? Teşekkürler.” Müziği açıyorum. Tren camının üzerine yarı-şeffaf bir amblem yerleştirilmiş. Devletin demiryolu. Bir hilal ve bir yıldız. Nereye baksan mutlaka görüyorsun onu da. Hep kadrajın içinde. Yolu boyunca geçtiği toprakların hepsi benim diyen bir ay-yıldız. Gören senin gözlerin ise cam senin gözlüğün. Bu durumda toprakların hepsi senin mi olur? Yoksa ay-yıldız yaşlı bir amcanın verdiği bir ihtar, katı bir hatırlatma mı, tam anlayamıyorum: “gördüğün her şeyi bu gözlüklerden gör, bunu algıla ilk önce, sonra gördüğünü!” Sol tarafa bakayım en iyisi, arama girmesin hiçbir şey yeşille diye. Oh içim açıldı. Upuzun yeşilliklerin arkasından karlı toroslar uzanıyor. Bilumum dağ ona bakana en heybetlisi görünebilir pekala, hele ki yemyeşil bir ovanın ardından görüyorsanız onu güneşli bir kış gününde ışık gibi parlayan. Seyirlik bir yolculuk bu, neden sol tarafa taşınmıyorum? Sağda hep taş var. Sonunda vagona en arka sağdan girmişken, orta solda konuçlanabiliyorum. İçimdeki göçebelik gönlüme uygun yeri de geze geze buluyor. Evvelden beri yolda olan trende bile! Tüm servis noktaları bu sefer de sol eksenli kuruldu, gerekli güncelleştirme yapılarak. “Elektrik trene geç geldi, çayın demlenmesi bir saati bulur” dedi, kahve yapayım mı sütlü? Olur. Başladım okumaya. Bir yandan yolu izliyorum. Görüntüler saniyede yirmibeş kare gitmiyor olabilir ama bir film şeridi geçer gibi seyrediyorum Yenice’den Pozantı’ya kadar tünellerle geçerken torosları.. Sinema olarak çekilen ilk filmin bir trenin gara girişi olması bir tesadüf müdür? Seyircilerin üzerilerine gelecek diye korkup salondan kaçtıkları.. Sinemanın endüstriyel bir buluş olması sanatını hep etkiledi. Ve en çok sevdiği imgelerden biri de trendi: perspektife oturan, ihtişamlı bir fethi simgeleyen tren.. Kendini yaratan yolu açtığı için trene minnet borcu mu ödedi nedir? Gerçek zamanlı film denemeleri peki? Yataklı tren deyince akla Christie’nin 12 (?) defa bıçaklanarak ölen röbdoşambrlı beyefendisi geliyor akla. En etkileyici olan girişlerden biri ise Von Trier’in Europa’sı. Dışses: “Şimdi ona kadar sayacağım, ve sonra Avrupa’da olacağız.” Sert bir ışıkla bir lokomotifin raylar üstünde gidişini görürüz. 10, 9, 8, 7, 6, 5, 4, 3, 2, 1... Pozantı’yı geçtik. Hava kararmaya başladı. Yemek için pirzola söyledim, yanında biraz salata. Biraz sonra içeriye 4 kadın birden konuşa konuşa geldiler pullman tarafından. Bir de küçük bir kız var, magenta rengi paltosu, lacivert bir elbise, beyaz çoraplar ve yeni ayakkabılarıyla. Masmavi gözleri, sarı kıvırcık saçları var. Gülümsüyor. Pek bir heyecanlı sanki.. Genç bir annesi var. Uzunca boylu genç bir kız. 24ünde gibi. Arkasından ona çok benzeyen çilli bir kız, küçük kızkardeşiymiş. Annelerinin boynunda boyunluk var. Ve bir de pek ağzını açmayan sakince bir teyze.
Hepsi birden sağımdaki masaya yerleşiyorlar. Anne, benim karşı çaprazıma ilişiyor. “Rahatsız etmiyorum di mi kızım?”, yok canım buyrun. Kızlar güle oynaya birer çay ve sigara içip içeri geçiyorlar. Okumaya devam ediyorum. Yemeği çok yavaş, bir yandan okuyarak yedim. Aşçı yeniymiş, garson hiç sevmemiş onu. Yemek de bir garip fazla kekikliydi. Bozuk olmaz buranın eti ama, bilemedim.. neden baharatlı olur ki bu kadar? Elinin ayarı olmayan bir aşçı sanırım bu. Belki torpillidir. Adanalılar çok kibar insanlar. Küçük kız ve ailesi bu sefer yanlarında rakıcı bir enişte getirerek karşıma geçtiler. Yedikleri yemeklerden sadece anne çorbasını beğendi. Ne omlet ne de tavuk şiş iyiydi. İlk önce bana ellemediler ama garsonla ahbaplığı kuruverdi kadın. Sonra öğrendim aşçının yeni olduğunu, beni de öğrenci sanmışlar. Vizeye çalışıyorum. Biletçi Bey de öğretmen sandı. Kendimi Çalıkuşu hissettim, pek nostaljikti. Burada kimse cool kavramını bilmiyor galiba, benden en fazla dantel olur zaten, söyle evdeki büyücek televizyonun üzerine pek güzel giderim. Üstüme de bir çift minik biblo. Seyr-ü sefa bana bakmak... Nakış işlemelerim pek güzel, üzerimde ying-yang, om, üçgen, ra’nın gözü gibi çeşitli motifler olabilir. Kadının ve hemen bi 20lik söyleyen eniştesinin oğlu da Kütahya’da askerlik yapıyormuş. Ailecek yemin törenine gidiyorlar. Heyecan bundan. Pek bir sevinçliler. Enişte aynı hikayeyi bininci kez anlatıyormuş olduğu kadının ilgisizliğinden belli, hemen mayhoş oluverdi. Israrla söylüyor, “rakıyı bir sene içmicem desem içmem, ama sigarayı.. onu bırakamıyorum.” Küçük kızkardeş bekar, abla ve anne kocalarının içmelerinden bıkmış, Sevil kocası için iradesiz diyor, ama tatlı tatlı.. Ufaklığı yedirdikten sonra yatırmaya gidiyor. Benim müzik dinlememe aldırmadan, sıklıkla böldükleri için özür dileyerek soyumu sopumu öğreniyorlar, soylarını soplarını öğretiyorlar. Heyecanları pek tatlı. Sabah üçte varacak tren Kütahya’ya. Ertesi sabah kavuşma.
Şekersiz bir türk kahvesi üstüne bir büyük çayı odaya isteyip, kendime dönüyorum. Okumam gerekenleri okumuş, tren yolculuğu üzerine kısa bir hoşbeşten sonra.. Biletçi Bey, öğretmen miyim diye sorduğumda yazarım dedim utanarak. Dizi mizi dedi? Yok dedim ama uğraşıyorum işte. Burcumu sordu, yükselenimin akrep olduğunu duyunca, “oo akrepler zordur ya. Karım akrep.” Sizin burcunuz ne? “Balık. Alığım ben.” Ay ne duygusal adam bu, karısı iyi bir insandır umarım... Gece lambası niyetine tırtıklı ampul ışığında, odanın belli belirsiz bir silüeti cama yansımış, siyah geceyi izliyorum. Grenli, sisli, kurumuş ağaç dalları ardından buğulu sokak lambaları... Bazen elektrik telleri, vagonsuz lokomotifler, köyler, bazen de kapkaranlık bir tünel... Eğer dolunay varsa, gece epey aydınlık oluyor kırsalda. Keyiflice izleyebiliyorsun etrafı. Üzerinde işçi emeğin dostudur yazan koca, terk edilmiş bir TMD fabrikasının önünden geçerken biraz ürktüm. Tren, sinema, fabrika. Endüstrileşmenin ve getirdiği siyasetin en acıklı hikayesi yine Trier’den, Björk’ün oynadığı filmidir herhalde. Kör kahraman, fabrikada çalışır, trenlerde şarkı söyler. Kaçınılmazlığının şarkısını.
Yüksek öğrenimi gördüğüm şehrin kültürü bambaşkaydı. Tren ve simgelediği tüm değerler mitleştirilmiş ister edebiyatında, ister filmlerinde.. Uzun bir yaşanmışlık var sanki aralarında, duygusal bir geçmiş hikayeye olan bağlarını kopartamadığı bir iletişim var. Orlando’nun kadın olma deneyiminde bir sahnede, adı neydi o adamın, şaha kalkmış siyah bir at üstünde treni gösterir: “Tren, ‘gelecek’tir.” Bu duygusal geçmişin kahramanı, aslında “yeni”nin ve her zaman yeni kalacak olanın ta kendisidir: Modernitenin paradoksu. Tren simgesi, sürekli bir kutlama halindedir; kabus olmadıkça. Trier’in Avrupa’sı kabusu oynar mesela, sene 1944’tür. Bak endüstrileşme ne yaptı sana dercesine. Sally Potter’ın Orlando’su Virginia Woolf’un hikayesi üzerinden gider. Yolculuğuna erkek başlayıp kadın olur. Film yaklaşık 400 sene süren bir hikaye anlatır. Dönemin gelişimini fonda kullanarak, zaman içinde Havva nasıl yaratıldı, gösterir. Kendini fark etmesini, gelişmesini, değişmesini, savaşmasını, kazanmasını ve kabullenmesini bildi kadın. Evrim dediğin böyle olur. Özgürlüğünü hakkıyla aldı. “Kadın” denilen yaratıyla gurur duyuyorum. Beni trende ya bir öğrenci ya da öğretmen diye düşündüler. Elinde kağıt kalem. Anca okullu olur bundan. Oysa saçlarım topuz değildi, ve siyah kemik çerçeveli gözlüklerim yoktu. Rahibeden bozma da giyinmiyordum. Ama yaramazlığım birebir, bir bilseniz. Bu toprakta da kadının derdi aynı. Hele Adana’da içki sigara içen, söven dövenm adam dolu. İrkildikleri zaman hoşt diyecek kadar korkutulmuş gözleri kadınların. Suna’nın içinde de bir Çalıkuşu var ama. Gözleri fıldır fıldır. Umarak soruyorum kendime, geç kalmış olmaktan da korkarak, ben küçükken bir hata yapıp Çalıkuşu’nu mu modellemişim? Umuyorum öyle bir hata yapmadım. Bugün geçtiğim uzun ağaçlıklı yol ve narenciye tarlası bana onu anımsattı herhalde. İçimdeki çalıkuşu. Anılarını kendine saklasan iyi olur. Dönemin geçti. Şimdi ilk yüze giremezsin.
Şu anda bilmediğim bir istasyonda beş dakikayı aşmış süredir duruyoruz. Yan kompartıman iki kişilik yere nasıl koca bir sülaleyi sığdırmış anlayamıyorum, en az beş ayrı ses üstüne çocuk sesi.. televziyon da yok, sürekli bağırınıp çağırınıyorlar.